13 Eylül 2009 Pazar


Büyük bir sargı yeri, Kocadere köyünde. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Sivaslı, kimi Halepli çok sayıda yaralı sargı yerinde. Lâpseki’nin Beybaş Köyü'nden içlerinden biri de... Ve ağır yaralı. Zor nefes alıp vermekte. Son gayretiyle birlikte, komutanın elbisesine yapışır. Kelimeler dudaklarından tane tane dökülür:''Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım... Arkadaşıma ulaştırın kumandanım...'' Derin bir nefes alıp yutkunduktan sonra devam eder konuşmaya:''Ben ...Ben, köylüm Lapsekili İbrahim Onbaşı'dan 1 Mecid borç aldıydım.Kendisini göremedim.Belki ölebilirim.Ölürsem söyleyin, hakkını helal etsin...''

''Sen merak etme evladım'' der komutanı. Derken de Mehmetçiğimizin kan kırmızıya boyanmış alnının bir baba şefkati ile okşamaktadır. Mehmetçik, vatanı, milleti için döktüğü kanının son damlasını da akıtıp, komutanının kollarında şehitliğe ermek üzeredir ki, son nefesinde bir kez daha yineler:''Ben ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.'' Ve can verir.

Kocadere Köyü'nde ki büyük sargı yerine birbiri peşi sıra yaralı Mehmetçikler gelmekte. Çoğu zaten şehit düşmüş, daha ulaşamadan sargı yerine... Kalanların çoğu da can veriyor sargı yerinde. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler hemen komutana ulaştırılıyor, kayıtlara geçsin diye.

Yine öyle emanetlerden ikisi komutanın ellerinde. Biri bir künye, öteki de bir pusula. Komutanın bakışları bu kutsal emanetlerde; Gözleri yaş içinde. Künye de yazılı isim:''Lâpsekili İbrahim Onbaşı''. Pusula da yazılı not:''Ben Beybaş Köyü'nden arkadaşım Halil'e, 1 Mecid borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin, ben hakkımı helal ettim.''

Geleceğini biliyordum...


.
.Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker en iyi arkadaşının az ileride, kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye siperden çıkaramayacağı gibi bir ateş altındaydılar.

Asker teğmenine koştu hemen: "Komutanım, bir koşu arkadaşımı alıp geleyim mi? "

" Delirdin mi?" der gibi baktı teğmen. “Gitmeye deymez oğlum, arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük ihtimalle ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın!”

Ama asker o kadar çok ısrar etti ki, teğmen izin vermek zorunda kaldı.“ Peki, dene bakalım!”



Asker yoğun ateş altında fırladı siperden ve mucize eseri, arkadaşının yanına kadar gitti, yaralı arkadaşını sırtlandığı gibi taşıdı. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen koşup yaralıya bir göz attı ve nefes nefese bir kenara yıkılmış askere döndü:

“ Sana hayatını tehlikeye atmaya deymez, dememiş miydim? Bu zaten ölmüş.”

“ Değdi komutanım, değdi! “ dedi asker.

“ Nasıl değdi, arkadaşın zaten ölmüş, görmüyor musun? “

“ Gene de değdi komutanım, çünkü yanına vardığımda henüz yaşıyordu…

Ve onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için…

Ve hıçkırarak, arkadaşının son sözlerini tekrarladı:

“ Geleceğini biliyordum! “


Halil İbrahim Bereketi


.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış....
Büyüğü Halil.... Küçüğü ise İbrâhim...
Halil, evli çocuklu. İbrahim ise bekârmış... Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin... Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.. Bununla geçinip giderlermiş...
Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı. İkiye ayırmışlar.... İş kalmış taşımaya....Halil, bir teklif yapmış : İbrahim kardeşim ; Ben gidip çuvalları getireyim.
Sen buğdayı bekle. - Peki abi demiş İbrahim... Ve Halil gitmiş çuval getirmeye.... O gidince, düşünmüş İbrahim:
- Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine Böyle demiş ve, Kendi payından bir miktar atmış onunkine... Az sonra Halil çıkagelmiş.
- Haydi İbrahim...! Demiş, önce sen doldur da taşı ambara. Peki abi...! İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.. O gidince, Halil'i düşünür bu defa: Der ki:
- Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var. Ama kardeşim bekâr.O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek. Böyle düşünerek,Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.... Velhasıl , biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine. Bu, böyle sürüp gider..... Ama birbirlerinden habersizdirler.
Nihayet akşam olur. Karanlık basar. Görürler ki,bitmiyor
buğdaylar.
Hatta azalmıyor bile.... Hak teala bu hali çok beğenir. Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki... Günlerce taşır iki kardeş bitiremezler. şaşarlar bu işe... Aksine çoğalır buğdayları. Dolar taşar ambarları.

Bugün "Bereket" denilince, bu kardeşler akla gelir.
Bu bereketin adı : Halil İbrahim bereketidir...
ALLAH HEPİNİZE HALİL İBRAHİM BEREKETİ VERSİN

22 Şubat 2009 Pazar

19 Ocak 2009 Pazartesi

Yüzbaşı Faruk

İstanbul hükümetinin harbiye nazırı Ziya paşa her zamanki yumuşaklığı ile, “Beyler..” dedi, “..İngilizlere kafa tutamayız.Adamların hiç şakası yok.Daha geçen gün, bir bahane icat ederek İzmit’i tekrar işgal ediverdiler.”

Sarı atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu.Hürriyet ve itilaf partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi, Anadolu’ya geçmeye çoktan hazır, Ankara’nın İstanbul’da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi.Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü :

“Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.”
“İçeri al.”
Nazır subaylara bilgi verdi :
“Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.”
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasında hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi :
“Yüzbaşı Faruk, İstanbul.Beni emretmişsiniz.”
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı.Nazır önündeki bir yazıya bakarak, yumuşak bir sesle, “Oğlum..” dedi, “..dün akşam Beyoğlu’nda, İngiliz inzibat subayı teğmen miller’i, emre rağmen selamlamamışsın.Doğru mu?”
“Evet efendim, doğru.”
Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi :
“Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?”
“Hayır efendim, gördüm.”
Nazırın canı sıkıldı :
“Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti.”
“Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım paşam.Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?”
Ziya paşa derin bir kederle ellerini açtı :
“Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar.İngiliz komutanlığı bu sabah olayı protesto etti.Mesele çıkarılacak zaman değil.Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile.Olayı kapatalım.”
Başıyla çıkması için izin verdi.Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı :
“Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum.”
Nazır bıkkınlıkla, “Söyle bakalım” dedi.
“Balkan savaşı’nda teğmendim, Çanakkale’de üsteğmen , Suriye cephesinde yüzbaşı oldum.Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım.Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var.Onların hakkını korumak namus borcumdur.Beni affedin, özür dileyemem.”
Harbiye nazırı bozuldu :
“Anlamadın galiba.Harbiye nazırı olarak emrediyorum.”
Yüzbaşı sükunetle, “Anladım efendim” dedi, apoletlerini (Rütbelerini) bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı :
“Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!”
Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü.Oturan subayların, İstanbul’u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı.Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.
Gözleri dolarak, Faruk yüzbaşıya selam durdular…

(sayfa 57-58(“Şu Çılgın Türkler” kitabından alıntıdır.) )

11 Nisan 2008 Cuma

Hayat çoğu zaman mükemmeli sunmaz insana. Bazen kurşundan ağır bir efkar balyası gibi çöküverir omuzlarımıza. Böylesi anlarda hislerim ya bağlamamda ezgi olup kanatlanır, ya da bir beyaz kağıt üzerine dosta yazılmış kırık dökük üç beş satır.Bir yürek çığlığıdır bu. İsyankar bir sükût. Gündelik telaşlar içerisinde tüm güzel hasletlerimiz gibi yitip giden sevdalarımızın ardından söylenen öksüz bir türkü. Hayat bir takvim aslında.. Ve bizler koparız ondan sayfa sayfa. Son sayfa düşmeden söyledim hayata dair, söyleyeceğim ne varsa.

Çünkü "cesaret korkunun olduğu yerde bile gerçeği haykırabilmektir."

Gelincik (Öykü)

"Kibir, kendinden habersizliktir. Tıpkı güneşten haberi olmayışı gibi buzun."
*************************************



.

.

.

.

.

.

.

Uzaklarda bir köyde, kocasi çocugu dogmadan ölmüs, tek basina yasayan hamile bir kadin kendisine arkadas olmasi açisindan dagda yarali olarak buldugu bir gelincigi evinde beslemeye baslar..

Gelincik kadinin yanindan bir an bile ayrilmaz.

Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da oldukça uysallasir. Birkaç ay sonra kadinin bebegi dogar. Kadýn tek basina tüm zorluklara gögüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadir...

Günler geçer ve kadin bir gün birkaç dakikaligina da olsa evden ayrilmak ve yavrusunu evde birakmak zorunda kalir. Gelincikle bebek evde yalniz kalmislardir...

Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir..

Gelincigi ve kanli agzini görür. Anne çildirmisçasina gelincige saldirir ve oracikta öldürür hayvani..

Tam o sirada içerdeki odadan birbebek sesi duyulur..

Anne odaya yönelir...Ve odada besledigi besigin içindeki bebegi ve bebegin yaninda duran parçalanmis bir yilani görür.

Einstein'in bir sözü vardir :

"Bir önyargiyi yok etmek, atomu parçalamaktan çok daha zordur!"


10 Mart 2008 Pazartesi

ANA KUZUSU


ANA KUZUSU

Cuma namazındaydık. Sağ tarafımda yaşlı bir adam, onun sağında ise tek kişilik boş yer vardı. Yaşlı adam, farza kalkarken arkaya döndü ve boşluğun gerisinde duran 14-15 yaşlarındaki gence:
- Saf'ı doldur evlâd, dedi. Gel yanıma.
Çocuk, mahcup bir ifâdeyle:
- Mümkünse burada kılmak istiyorum, diye kekeledi. Oraya başkası geçebilir.
Yaşlı adam, çocuğun üzerinde bulunduğu uzun tüylü yeşil halıyı göstererek:
- Ne o dedi. Yoksa orası daha yumuşak diye mi gelmiyorsun?
Ve öfkeyle devam etti:
- Anne kuzusu, ne olacak...
Namaz bittiğinde, yaşlı adamın Cuma'sını tebrik ettim. Arkadaki genç de gelerek onun elini öptü. Adam, söylediklerine çoktan pişman olmuştu. Delikanlının nurlu yanaklarını okşarken:
- Sana 'anne kuzusu, dediğim için kusura bakma yavrum, dedi. Bir anda ağzımdan kaçtı işte...
Çocuğun gözleri dolu doluydu. Başını yere eğerken:
- Bu söylediklerinizde haklısınız efendim, dedi. Üzerinde namaz kılmak için ısrar ettiğim halı, vefât ettiğinde annemin tabutuna örtülmüştü. Orada secdeye kapandığımda, sanki beni kucaklamış gibi oluyor da...

Cüneyd Süâvi (Hayatın İçinden)

Anzaklı Ömer



1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden bir Türk doktor görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

"Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil.Newyork'da Medikal Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler... Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu acar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki... pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim. Siz Türk müsünüz?

Kaşlarını yukarıya kaldırarak " Hayır " manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum: Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir? "Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki: “Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...” Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:

“Siz Türk müsünüz?” “Evet Türk'üm....”

İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:

“Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım Avustralya Anzaklarından ... İngilizler bizi toplayıp dediler ki:

- Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda . Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.”
Biz de inandık sözlerine vaadetlerine... Savaşmak isteyenler arasına katıldık.”

Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu:

“Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman . Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman... Her taarruzunda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.”

Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:

“Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiçte öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla "Yazıklar olsun bana"dedim. "Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış" diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce... Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte”

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:

“Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya 'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum.”

Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler misiniz? Dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu: Peki niçin Ömer ismini, vermişler sana ? Babam Müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş. Yahu senin adın Müslüman adı mı ?

Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.

Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum . Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum.

"Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki içimden "Bizim Ömer amca galiba yolcu?" hemen yukarı çıktım.

Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile, koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.

Bir Çanakkale gazisi görmüştüm.

"Ne yalan söyleyeyim, ağladım."

Serçenin Avcıya Nasihati

Avcının biri kuş avlamak için tuzak kurmuştu. Tuzağa küçük bir kuş yakalandı. Minik kuşu eline aldı. Hayret! Minik kuş konuşuyordu. Minik kuş:
- "Ey büyük efendi! Sen birçok koyunlar, sığırlar, develer yedin. Onların etlerinden bile doymadın ki, benim etimle mi doyacaksın? Ben senin dişinin kovuğunu bile dolduramam.
Şayet beni salıverecek olursan, sana üç öğüt vereceğim. Bu öğütlerden ilkini senin elindeyken, ikincisini şu damın üstünde, üçüncüsünü ise ağacın üstünde söyleyeceğim. Bu üç öğüdümü tutacak olursan, ömür boyu mutlu olursun." dedi.
Avcı bu teklifi beğendi. Zaten eti olmayan bu küçük kuşla nasıl doyacaktı ki? Kuşun öğüdü belki işe yarardı. Avcı:
- "Peki, söyle bakalım" dedi.
Minik kuş:
- "Elindeyken vereceğim öğüt şudur: (Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin inanma)."
Kuş, bu birinci öğüdünden sonra avcının elinden karşıdaki damın üstüne kondu.
- "İkince öğüdüm: (Geçmiş gitmiş şeyler için üzülme. Bir şey senden gittikten sonra onun hasretini çekme)."
Kuş, ikinci öğüdüne devam etti:"Benim karnımda on dirhem ağırlığında çok değerli bir inci vardı.O inci seni de, çocuklarını da zengin ederdi. O inci senindi ama, kısmetin değilmiş. Öyle bir inci kaçırdın ki, dünyada eşi benzeri yoktu." dedi.
Avcı, bu sözleri işitince: "Eyvah! Ben kendi elimle kendime yazık ettim. Elimdeki talih kuşunu kaçırdım. Ah benim akılsız kafam" diye üzülmeye, ağlamaya ve dövünmeye başladı.
Kuş, avcının bu halini görünce:
- "Be aptal adam! Biraz önce ben sana ne öğüt verdim? Şu haline bir bak. İnci elinden gittiyse ne üzülüyorsun? Ben sana geçen bir şeye üzülme demedim mi? Sözümü anlamadın mı?
Sonra sana 'Olmayacak bir söze sakın inanma' diye ilk öğüdümü verdim. On dirhemlik inciyi duyunca aklın başından gitti. Benim üç dirhem gelmeyeceğimi bildiğin halde, nasıl içimde on dirhemlik inci bulunabilir?" dedi.
Avcı, kuşun uyarısını dinleyince, aklı başına geldi.
- "Hayır, güzel ve akıllı kuş! Şu üçüncü öğüdünü de söyle, öyle git." dedi.
Minik kuş, üçüncü öğüdünü vermek için damdan ağacın üstüne sıçradı ve avcıya alaylı bir tavırla:
- "Allah Allah! İlk iki öğüdümü çok iyi tuttun da üçüncüsünü mü tutacaksın?" diyerek tamahkar avcının haline güldü ve göğün maviliklerine doğru uçtu gitti...
MESNEVİ: Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır. Abdallık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez. Ey öğütcü, ona hikmet tohumunu saçmadan önce, onu yamasız, yırtıksız hale getir.
Mevlana

22 Ocak 2008 Salı


30 Aralık 2007 Pazar

BEN TÜRK'ÜM

Ben Belene'deki Türküm..

Dili ve dini değiştirilmek üzere bu ölüm adasına yollanan; domuzların
müslüman etiyle beslendiği, insafın zerresinin olmadığı bulgar zulmü altında
yok edilmiş binlerce TÜRK'üm ben!

Ben, Mora'daki Türk'üm,

Ekmeğimi, suyumu paylaştığım kapı komşum yunanın bir gece sıcacık yatağımdan
sürükleyerek koyun keser gibi kesip, diri diri yaktığı yirmibin TÜRK'üm ben!


Ben, Arnavutluk' taki, Yugoslavya'daki, Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki,
BALKAN'lardaki Türk'üm,

Bu toprakları bal gibi tatlı yapan ve bu toprak uğruna kanı oluk oluk
akanım.

Sofrası başında, tarlasında, uykusunda, bebeği karnında, kundakta,
yedisinde, yetmişinde katledilen, kalanı da adı, dili, dini değiştirilmek
üzere Yunan, Bulgar, Sırp mezâlimi altında inleyen Türk'üm ben!

Ben, Kıbrıs Türk'üyüm,

Büyük Yunanistan projesi dahilinde, Rum papazların önderliğinde yüzelli
yıldır yok edilmeye çalışılan, isimsiz ve kefensiz toprak çukurlarda yatan,
kahpe bir oyunun son perdelerinin oynandığı yavru vatan Kıbrıs'daki Türk'üm
ben!

Ben, Hocalı'daki, Azeri Türk'üyüm,

Ermeni'nin, çoluk çoçuk, kadın kız, yaşlı demeden bir gecede katlettiği
beşbin masum Türk'üm ben!

Ben, Karabağ'daki, Azeri Türk'üyüm,

diri diri mezarlara gömülmüş, hayatta kalanı ise insanlık dışı bir yaşama
mahkûm edilmiş, vatanı elinden alınmış, "Karabağ" Türk'üyüm!

Ben Uygur Türk'üyüm!

Türk'lüğün doğduğu topraklarım elimden alındı, adım değiştirildi, dilim
yasaklandı, törelerim yok edilmeye çalışıldı, orucum, namazım
yasaklandı,sonunda imânımı almak istediler ve ben şehâdet getirerek can
verdim,

Ben, bir yudum suya hasret, kursağımda kemirdiğim çarıklarımla Yemen'de,
Galiçya' da, Trablusta, Mekke'de, Medine'de peygamberimin mezarını, kıblemi,
kâbemi korurken çil çil İngiliz altınları ile beslenen arapların arkadan
vurduğu Türk'üm ben!

Ben Kırım Türk'üyüm!

1944 ün 18 Mayıs gecesinde tren vagonlarında yollandığım Sibiryanın
buzullarına canlı canlı gömüldüm. Karşı çıkanların dökülen kanları ayı
kızıla boyadı. Arabat' da kalanlarımız teknelerle Karadeniz'e ölüme
yollandı.

Karadeniz'de hâlâ çığlıkları işitilen Kırım Türk'üyüm ben.

Ben Irak Türk'üyüm,

Amerika'nın sözde demokrasi ekip ölüm biçtiği yerdeyim, Coni ve uşakları
sayesinde her gün onlarca, yüzlerce, binlerce ölüyorum, seyrediyorlar
sadece, kalanlarımız siliniyor soy kütüklerinden, yaşarken
öldürülüyorum,insanlığın öldüğü yerdeki Irak Türk'üyüm ben,

Ve ben Anadolu'yum, Türk Yurduyum;

İngiliz'in maşası Yunanlılar, Fıransız'ın maşası Ermeniler ağızlarından
salyalar akan kuduz köpekler misali girdiler bu aziz vatana.nice yiğitler,
nice fidanlar, nice analar, nice kızlar, ne kocamış erler, nineler yatar
bağrımda nice emzikteki yavrular ya da ana karnındaki bebeler kahpe
kurşunlarla, Allah'sız süngülerle düştüler toprağıma. Kimileri camilerde
diri diri yakıldı, Allah diyerek verdiler son nefeslerini.Irzına geçilmiş
kızlar attılar kendilerini kör kuyulara, ana rahimlerine saplanan süngülerde
cinsiyet tespitleri yapıldı, gözleri oyulmuş, diri diri kesilmiş başlar
bedenlerini aradılar.

İşte ben bu yunan mezâlimine, ermeni vahşetine marûz kalmış Anadolu
Türk'üyüm!

SOYU KIRILAN KİMMİŞ EFENDİLER?

Ve hâli hazırda,

Düşman düşmanlığından, hain hainliğinden, yerli işbirlikçi maşalığından
vazgeçmemiştir.

Türk'e bunları yapan ve yaptıran eli kanlı milletler diktikleri ermeni veya
pontus anıtlarıyla ellerinin kanını asil Türk Milletine bulaştırmaya
çalışmaktadırlar.

Türkiye'nin yönetimindeki zafiyet ise onların ağızlarının suyunu
akıtmaktadır.Ancak zafiyet geçicidir, gerçek şudur ki sınırları kanla
çizilmiş Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti dünya durdukça yaşayacaktır.




24 Ekim 2007 Çarşamba